“İfade özgürlüğü”, modern dünyanın dilinden düşürmediği bir haktır. Ancak ifade, hakikate dayanmıyorsa; özgürlük de edebe yaslanmıyorsa, körleşmiş bir tahakküme dönüşür. Bugün “mizah” kisvesiyle Peygamber Efendimize hakaret eden Leman Dergisi, yalnızca bir topluluğun değil, insanlık onurunun tamamına saldırmıştır.
Hiçbir demokratik hak, milyonların kalbinde taşıdığı bir değeri aşağılamaya dönüşemez. Hakaret fikir değildir, provokasyondur. Özgürlük değil, edepsizliktir.
Peygamberimiz (s.a.v.), yeryüzünde milyonların gönlünü kazanan bir liderdi. Onu hiç görmeden iman edenler, onun adını duyup gözyaşı dökenler tarih boyunca her coğrafyada vardı. Endülüs Sultanı II. Muhammed, onun hatırasına sabah akşam salavatlar getirdi. Habeşistan Kralı Necaşi, yalnızca sahabelerin ahlakından etkilenerek onu tanıdı ve İslam’a kalben teslim oldu. Muhammed Asad, Roger Garaudy, Rene Guénon gibi Batılı düşünürler, onun sadece sözlerinden değil; merhametinden, tevazusundan, adaletinden etkilenerek Müslüman oldular.
O’nu savaşta değil, ahlakta gördüler. O’nu kitapta değil, vicdanda tanıdılar.
Peki biz ne yaptık?
Gazze’de çocuklar öldürülürken sessiz kaldık. Kur’an yakılırken üç gün sonra hatırladık. Peygambere hakaret edilirken birkaç cümleyle geçiştirdik.
Çünkü biz, Peygamber’e olan sevgimizi sadece duvarlardaki levhalarda, sosyal medya paylaşımlarında yaşatmaya çalışıyoruz. Ama onun adını yaşatmak; onun ahlakını, duruşunu, adaletini yaşatmakla mümkündür.
Bugün Leman’ın cüreti sadece onların hadsizliğiyle değil; bizim dağınıklığımızla, sessizliğimizle, itaatsizliğimizle mümkün hale gelmiştir.
Evvela söz bozulur, sonra kalp…
Her yozlaşma önce sözle başlar. Her kutsal önce dilden düşer, sonra kalpten. Biz bugün Leman’ı eleştiriyoruz ama önce aynaya bakmalıyız. Çünkü hakaret bir günde ortaya çıkmaz; dildeki gevşemeyle, saygıdaki zedelenmeyle yükselir.
Kutsala saygısızlık önce güncel esprilerle başlar. Bir dizide “şaka yollu” dinle dalga geçilir. Bir skeçte, “canım bu da mizah” denilerek imam karikatürize edilir. Bir siyasi tartışmada Peygamber örneği “laf ebeliğine” kurban edilir. Ve biz susarız. Hatta güleriz.
Ama unuturuz: Kutsala gülerken, kutsiyet çözülür. Söz gevşedi mi, kalp boşalır. Kalp boşalırsa, saygı da dağılır.
Fransa’da da benzer şekilde olmuştu. İlk önce “karikatür hakkı” dendi. Sonra doğrudan Peygamberimize açık hakaret eden görseller yayımlandı. Fransa devleti bunları savundu. Bu alçaklığa karşı Müslümanlar ayağa kalktı ama bazılarımız “ama ifade özgürlüğü” demeye devam etti.
Biz göründüğü gibi olmaya çalışan bir toplumduk, evet. Ama içimizdeki boşluk dış görünüşü taşıyamadı. Kendimizden olmadık. Kendi dilimizi, kutsalımızı, nezaketimizi yitirdik.
Bu yüzden bugün Leman gibi dergiler bize değil; bizim boşluğumuza güvenerek saldırıyor. Kendimize dönmeden, kimseye hesap soramayız. Sözümüzü düzeltmeden, kalbimizi onaramayız.
Zihin işgal edilirse, kalp savunmasız kalır.
Bu toplum, yıllardır “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi aldı. “Osmanlı”, “Selçuklu”, “Malazgirt” gibi başlıkları ezberledi. Ama bu dersleri alan nesillerin bir kısmı, kendi tarihine düşman, kendi dinine kayıtsız, kendi medeniyetine yabancı hale getirildi.
Nasıl oluyor da Kur’an’ı okuyan bir gençlik, Kur’an’dan uzaklaşıyor? Nasıl oluyor da tarihine hayran kalması gereken nesiller, mazisine alayla bakar hale geliyor?
Çünkü yıllarca şu fikir sinsice işlendi: “Tarihinden ve dininden uzaklaştırılan birey, daha sağlıklı olur.”
Ve bu topraklarda bir zihinsel dezenfeksiyon başlatıldı. Manevi değerlere sarılanlar önce dışlandı, sonra etiketlendi; daha sonra da kendi içinden gelen paralel yapılar eliyle daha da içi boşaltıldı.
Mazisini seven “yobaz”, dinini savunan “radikal”, ahlakını önceleyen “baskıcı” olarak yaftalandı.
Oysa aynı Batı, bizi bu inançtan koparmaya çalışırken Goethe, Kur’an’ı inceledi ve şöyle dedi:
“Bu kitap boşuna okunmamalı. Gün gelir bu din tüm dünyayı etkileyecek.” (West-östlicher Divan)
O, İslam’ı “köhnemiş” değil, kök salmış bir din olarak görürken biz onu çağ dışı, geri kalmış bir yapı gibi sunmaya başladık.
Ve artık boşlukta büyüyen bir nesil, tarihinden ve inancından uzaklaşıyor; o boşluğu ya inkârla, ya alayla ya da suni kimliklerle dolduruyor.
Peki neden hâlâ bir Türk-İslam Birliği kurulamıyor?
Belki de cevap sandığımızdan daha derinlerde. Çünkü bu birlik yalnızca bir coğrafi dayanışma değil; tarihin en köklü hafızasının yeniden uyanışı olurdu. Türklerin teşkilat gücüyle Müslümanların imanı birleşseydi, sadece Doğu değil, Batı da titrerdi.
İşte bu yüzden haritalar bölündü, mezhepler keskinleştirildi, ırklar kışkırtıldı. Olası bir dirilişin önüne geçmek için, biz birbirimize düşman edilmeden önce kardeşliğimiz gölgelenmeliydi.
Çünkü onların korktuğu şey bizim bir araya gelmemiz değil; birlikte ayağa kalkmamız olurdu.
Ve şimdi…
Şeyh Gâlib’in asırlardır yankılanan sesiyle bitirelim:
“Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir.”
Ey Resûl…
Bugün kimliğimiz, şerefimiz, izzetimiz tehdit altındaysa; bu, sana olan sevgimizin şiirlerde kalıp hayatlarımıza taşınmamasındandır.
Artık söz değil; birlik, dirayet ve sadakat vaktidir.
Çünkü biz seni sadece sevdiğimizi değil; senin izinden yürümeye cesaret ettiğimizi göstermedikçe bu karanlık bitmeyecektir.
Bir Kitap: Hz. Muhammed’in Hayatı – Martin Lings