Son yıllarda, “post-truth” (gerçek-sonrası) terimi, dünya çapında özellikle siyasi tartışmalarda sıkça karşımıza çıkıyor. Bu kavram, duyguların ve inançların, doğruluğun ve gerçeğin önüne geçmesi durumunu tanımlar. Basitçe söylemek gerekirse, post-truth; insanları inandıkları şeylere ikna etme noktasında, doğru bilgilerin değil, onların duygusal ihtiyaçlarının veya mevcut dünya görüşlerinin daha belirleyici olmasını ifade eder.
Peki, bu kavram gerçek anlamda neyi ifade ediyor ve toplumsal yaşantımıza nasıl etkilerde bulunuyor?
Bilgi Mi, Duygu Mu?
Post-truth, sadece bir dil ya da kavram sorunu değil; derin toplumsal değişimlerin de göstergesidir.
İnternet ve sosyal medya, daha önce hiç olmadığı kadar hızla bilgiye erişim imkânı sağlarken, aynı zamanda bu bilgilerin doğruluğunu sorgulamadan paylaşmak da mümkün hale geldi.
Özellikle haberlerin hızla yayıldığı ve anlık tepkilerin çokça paylaşıldığı bir ortamda, insanlar doğruyu bulmaktan çok, kendilerine hitap eden veya onayladıkları görüşleri benimsemeye daha yatkın hale geldi. Bu, medyanın güvenilirliğini sorgulatırken, aynı zamanda sosyal ağlar aracılığıyla yayılan yanlış bilgilerin de daha kolay kabul edilmesine yol açtı.
Siyaset ve Post-Truth: Manipülasyonun Aracı
Post-truth, siyasette çok daha belirgin bir şekilde kendini gösteriyor.
Seçim dönemlerinde adaylar, bazen gerçeği çarpıtarak veya duygusal manipülasyonlarla seçmenlere hitap etmeyi tercih edebiliyorlar. Özellikle sosyal medya platformlarında paylaşılan “fake news” (yalan haber) sayısının artması, insanların gündemi bu yanlış bilgilerle şekillendirmesi artık olağan bir durum haline geldi.
Politikacılar, doğruları sorgulamak bir yana, yanlış bilgileri bile zaman zaman kendi lehlerine kullanarak seçim kazanmayı hedefleyebiliyorlar. Bu durum, demokratik sistemlere olan güveni sarsıyor ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor.
Gerçek ve Yanıltıcı Bilgiler Arasında: Bireysel Sorumluluk
Post-truth döneminde bizler, yani bireyler, doğruyu bulma noktasında ne kadar güvenebileceğimiz bir kaynağa sahibiz?
Yalanlar ve manipülasyonlar toplumsal normların bir parçası haline gelirken, doğruyu bulmak daha zor bir hale gelmiş durumda.
Hangi bilginin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayırt etmek için daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyor. Medyanın sorumluluğu, doğru ve güvenilir haberler sunmanın yanı sıra, aynı zamanda toplumu bu doğruyu arama konusunda bilgilendirmek olmalı.
Gazze: Gerçeklerin Bastırıldığı Bir Soykırım
Ve belki de post-truth’un etkilerini en acı şekilde hissettiren yerlerden biri, Gazze’dir.
Gazze, tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşarken, dünya medyasında bazen gerçekler çarpıtılmakta, bazen de göz ardı edilmektedir.
Gazze’deki halk, yıllardır süren bir mücadelenin içinde yaşam mücadelesi verirken, dünya kamuoyu genellikle bu acıyı ya görmezden geliyor ya da yanlış bilgiyle şekillendiriyor. Sosyal medyada paylaşılan yalan haberler, oradaki halkın yaşadığı dramatik durumu silip süpürüyor ve Gazze halkının haklı mücadelesini küçümsüyor.
Savaşın ortasında, Gazze’deki çocukların gözlerindeki korku, sesindeki çaresizlik dünya tarafından yeterince duyulmuyor. Gazze’nin gerçekleri bazen unutuluyor veya çarpıtılıyor. Uluslararası medya, Filistinlilerin haklı direnişini, halkın sesini duymak yerine politik çıkarlar doğrultusunda seslerini bastırıyor.
Gazze’deki gerçekler, bir savaşın ortasında hayatta kalmaya çalışan insanların haklı talepleri; kimi zaman “terörist” ya da “aşırıcı” gibi etiketlerle siliniyor.
Ancak gerçekte, Gazze halkı; barış ve adalet için savaşan, kimliklerini ve topraklarını savunan bir halktır.
İsrail’in Zulmü ve Uluslararası Sessizliğin Sorumluluğu
Gazze’deki durum, post-truth’un en trajik ve en acımasız örneklerinden biridir.
Burada, her geçen gün insanlık dışı bir soykırım yaşanırken, dünya kamuoyu hâlâ uykudadır.
Gazze halkı bu soykırımı sadece hayatta kalma mücadelesiyle değil, aynı zamanda tüm dünya tarafından görmezden gelinerek direniş gösteriyor. Ancak bu soykırımın arkasında, dünya üzerinde bir güç barındıran ve uluslararası hukuku hiçe sayan bir ülke bulunmaktadır: İsrail.
İsrail, yıllardır Gazze’deki Filistinli halkı adeta bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkûm etmektedir.
Bu, sadece bir işgal değil, aynı zamanda soykırımın ve kitlesel öldürmenin açık bir örneğidir.
İsrail’in bu saldırıları, masum sivilleri, çocukları, yaşlıları hedef alarak Gazze’deki halkı yalnızca yıkım ve ölümle yüzleştiriyor. Her gün evler yıkılmakta, hastaneler bombalanmakta ve hiçbir barınak, güvenli alan bırakılmamaktadır.
Bu uygulamalar, yalnızca askeri hedefleri değil, insanların yaşama haklarını da yok etmeyi amaçlayan bir sistemin parçasıdır.
İsrail, Gazze’deki Filistinlileri izole ederek, onlara temel insani haklarını vermemekle kalmayıp, aynı zamanda onlara yönelik ayrımcı politikalarla varlıklarını tehdit etmektedir.
Bu, soykırım tanımının tam anlamıyla karşılık bulduğu bir durumdur.
Uluslararası toplumun sessizliği ve İsrail’e olan destek, bu zulmü daha da güçlendirmektedir. İsrail, her geçen gün daha fazla Filistinli hayatını hiçe sayarak, bölgedeki demografiyi değiştirmeye ve Filistin halkını yok etmeye çalışmaktadır.
Bu saldırılar, sadece bir işgal değil; Filistin halkına yönelik bilinçli bir etnik temizlik, soykırım sürecidir.
Sonuç: Post-Truth ve Gelecek
Tüm bu örnekler, post-truth’un günümüz siyasi ortamındaki etkilerini net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Sosyal medya, yalan haberler ve duygusal manipülasyon; doğru bilginin öne çıkmasının önüne geçiyor ve insanların duygusal tepkileri, onların gerçekleri algılayış biçimini şekillendiriyor.
Bu, sadece Türkiye için değil; dünya çapında bir sorun.
Demokratik sistemler sağlıklı bir şekilde işleyecekse, doğru bilgiye dayalı tartışmalar ve toplumsal güven gerekir.
Ancak post-truth dönemi bu dengeyi sarsmakta ve toplumları kutuplaştırmaktadır.
Gerçekler ne kadar uzaklaşırsa, sağlıklı bir toplum yapısının inşa edilmesi de o kadar zorlaşır.
Gazze’deki halkın haklı mücadelesi, tüm insanlık için bir hatırlatmadır:
Gerçekleri bulmak, her şeyin ötesinde insanlık adına sorumluluktur.
Yalanlar ne kadar güçlü olursa olsun, doğru her zaman zafer kazanmalıdır.
İsrail’in zulmüne karşı durmak, yalnızca Filistinlilerin değil; tüm insanlığın görevidir.
Gazze halkı bu mücadelede yalnız değildir, çünkü onların özgürlüğü, insanlığın özgürlüğüyle doğrudan bağlantılıdır.
Soykırım yapan bir ülkenin barbarca eylemleri karşısında sessiz kalmak, insanlık adına bir suçtur.
Bir Şiir: Mazot – İsmet Özel
Ekonomist
Sinem ÖZKAN