Hegemonya Sarsılıyor: Güney Kafkasya’da Rusya’nın Zemin Kaybı

Abone Ol

Hegemonya Sarsılıyor: Güney Kafkasya’da Rusya’nın Zemin Kaybı Bağımsızlık, Enerji ve İttifaklar Arasında Azerbaycan’ın Yeni Yüzyılı

Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba!

Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.

Türk Devletleri Teşkilatı’nın iç dinamikleri ve güç dengeleri son günlerde yeniden sınanıyor. Yakın tarihte Rusya ile Azerbaycan arasında yaşanan diplomatik kriz, yalnızca iki ülke arasındaki ilişkileri değil; Güney Kafkasya’nın, Türkiye hattının ve bölgesel ittifakların geleceğini de yeniden şekillendiriyor.

Azerbaycan’da Rus medya organlarına yönelik yapılan operasyonlar, Sputnik çalışanlarının gözaltına alınması ve Yekaterinburg’da Azerbaycan kökenli iki kardeşin şüpheli şekilde ölmesi, bu gerilimi görünür kılan unsurlar oldu. Ancak bu, yalnızca yüzeydeki dalgalanma. Asıl kriz, derinlerde uzun süredir biriken stratejik kırılganlık ve tarihsel güvensizlikten besleniyor.

Sovyet sonrası kurulan ilişkilerin üzerine örtülmüş bir tür geçici dengeydi bu; şimdi o örtü kalkıyor.

Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan üçgeninde son yıllarda yürütülen normalleşme çabaları, bu krizle birlikte yeniden sorgulanmaya başladı. Türkiye’nin bölgesel ağırlığı, bu denklemin tam ortasında yer alıyor. Bir yanda NATO ve Batı ittifakıyla kurulan stratejik ilişkiler; diğer yanda Türk Devletleri Teşkilatı ile oluşturulmaya çalışılan yeni bölgesel dayanışma… İşte tam bu noktada, Rusya’nın pozisyonu belirleyici hâle geliyor.

Müttefik olarak görülen güçler, böylesi bir krizde pozisyon almak zorunda kalıyor. Yaşanan bu kırılma anı, uluslararası sistemde aktörlerin konumlarını netleştiriyor. Kim nerede duruyor, kim sessizliğini koruyor, kim pozisyon alıyor soruları artık cevapsız değil.

Burada yaşanan yalnızca diplomatik bir gerilim değil; aynı zamanda güç değişimlerinin bir tezahürü. Orta Doğu’da yaşananlarla benzer biçimde, burada da yükselen yeni aktörler, azalan etkiler ve yeniden çizilen hatlar söz konusu.

Çin’in yükselişi, enerji koridorlarına olan ilgisi ve küresel ticaret yollarına ortaklık arzusu, bu bölgede ortak çıkarlar üretse de hâkimiyet mücadelesini azaltmıyor. Aksine, iş birlikleri bile karşılıklı kuşku üretiyor.

Rusya için bu hâkimiyetin zayıflaması, sadece enerji ya da ticaret kaybı değil; aynı zamanda Güney Kafkasya’daki tarihsel prestijinin aşınması anlamına geliyor. Özellikle 2008 Gürcistan krizi ve 2020 Karabağ Savaşı sonrası, bölgedeki etkisinin sınırlandığını düşünen Moskova için bu zemin kaybı, telafi edilmesi gereken bir prestij meselesine dönüştü.

Azerbaycan’ın bugün yaşadığı diplomatik gerilimleri ve uluslararası güç mücadeleleri içinde sıkışmasını anlamak için, bağımsızlık sürecine dönüp bakmak gerekir. Sovyet Rusya’nın uzun yıllar süren baskısı ve ağır otoritesi altında kalan Azerbaycan halkı, bağımsızlık mücadelesini sadece siyasi bir süreç olarak değil, bir varoluş savaşı olarak verdi.

1991’deki bağımsızlık ilanı, Azerbaycan için yalnızca bir tarih değil; aynı zamanda hafızalardan silinmeyecek bir direnişin sembolüdür. Bugün “bağımsızlık” denince, bu kelimenin içini en dolu şekilde dolduran halklardan biri şüphesiz Azerbaycan’dır.

Kazanımları kolay olmadı; ağır bedeller ödendi, çok şey kaybedildi. Ama o gün bugündür, Azerbaycan bu bedelin farkında olarak ayakta durmaya çalışıyor.

Bağımsızlıkla birlikte gelen ekonomik dönüşüm ise kolay bir süreç olmadı. Ancak Azerbaycan, özellikle Hazar Havzası’ndaki zengin petrol ve doğal gaz rezervleriyle ekonomik bağımsızlığını güçlendirdi. Enerji ihracatı üzerinden dolar rezervi oluşturabilen nadir ülkelerden biri haline geldi. Bugün Azerbaycan, enerji diplomasisini yalnızca gelir kalemi olarak değil; aynı zamanda jeopolitik bir kaldıraç olarak da kullanıyor.

Çin ise buna karşılık, altın rezervleri bakımından dünyanın en güçlü ülkelerinden biri ve bu avantajı uluslararası ticaret sisteminde daha görünür kılmak istiyor. İşte tam bu noktada, Rusya’nın Güney Kafkasya’daki saha etkisinin zayıflaması, sadece siyasi değil; ekonomik üstünlüğün de yeniden dağılmakta olduğunu gösteriyor.

Yakın tarihli Filistin-Azerbaycan-Ermenistan denklemine baktığımızda, aslında bu son gerilimin izleri çok daha önceye uzanıyor.

2020 Karabağ Savaşı sırasında, dönemin Filistin yönetimi — uluslararası kamuoyunda büyük tepki çeken bir şekilde — Ermenistan’a destek veren açıklamalarda bulunmuştu. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir ayrım var: Bu tutum, Filistin halkının vicdanını ve tarihsel duruşunu yansıtmamaktadır.

Bilakis, işgalin, yıkımın ve sürgünün ne demek olduğunu en iyi bilen milletlerden biri olan Filistin halkı, mazlum bir halkın karşısına asla dikilmezdi.

Filistin’in o dönemki siyasal kadrosu; İngiliz mandasının mirasını taşıyan, içten içe parçalanmayı derinleştiren ve siyonist odaklarla kirli ilişkiler kurmuş bir yapının devamı niteliğindeydi. Bu yönetim, halkın iradesini hiçe sayarak, Filistin’i dünya kamuoyunda Ermenistan’ı destekleyen bir ülke konumuna getirdi.

Oysa Filistin halkı, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarında işlediği mezalimi hiçbir zaman meşrulaştırmadı, aksine kardeş milletlerle dayanışma içinde oldu.

Bu durum, yalnızca Güney Kafkasya’daki bir çatışmayı değil; aynı zamanda temsil krizini, yani halkla yönetim arasındaki derin uçurumu da gözler önüne serdi.

Öte yandan, İsrail’in Azerbaycan’la geliştirdiği askerî ve teknolojik ilişkiler — özellikle İHA teknolojileri ve savunma sistemleri alanındaki ortaklıklar — zaman zaman bölgesel medya ve diplomatik raporlarda gündeme geldi.

Bu durum, Kafkasya’daki yerel çatışmaların, Orta Doğu’daki büyük fay hatlarıyla nasıl iç içe geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır. Görünen o ki; bölgesel çatışmaların sınırları yalnızca haritalarla değil, halkların hafızasında ve değerler dünyasında da çiziliyor.

Burada gözden kaçmaması gereken başka bir ihtimal var: Çin-Azerbaycan hattı. Azerbaycan’ın, İsrail’le sürdürdüğü stratejik ilişkilere rağmen, Çin’le bazı arka kapı anlaşmaları yapmış olması kuvvetle muhtemel. Hele ki Çin’in “Kuşak ve Yol” projesi kapsamında Güney Kafkasya’yı stratejik bir geçiş güzergâhı olarak görmekte ısrarcı olduğu düşünülürse…

Azerbaycan’ın burada bir çeşit “denge oyunu” oynaması şaşırtıcı olmaz. Ancak bu durum, Moskova’nın gözünde çifte tehdit anlamına gelir: Hem Çin’le kurulmuş muhtemel enerji ya da lojistik işbirliği hem de İsrail’le zaten devam eden sıcak ilişkiler.

Rusya, böyle durumlarda genellikle sembolik ama derin mesajlar vermeyi tercih eder. Ve bunu da çoğu zaman kendi vatandaşları üzerinden yapar.

Yani burada Rusya’nın Kafkas kökenli kendi vatandaşlarını hedef almış olması, sadece bir güvenlik meselesi değil; aynı zamanda içerideki aidiyet çizgilerinin nereden geçtiğini yeniden çizme çabasıdır.

Bugün Yekaterinburg’da hayatını kaybeden iki Azerbaycanlı genç, belki de ilk kez mesele “uluslararası diplomasi” zemininde görünür oldu. Ama bu tür olaylar, Kafkas kökenlilerle ilgili Rus iç güvenlik uygulamalarında nadir değildir.

Rusya, uzun yıllardır hem içerideki Kafkas diasporasını hem de dışarıdaki etnik bağları kendi stratejik haritasına tehdit olarak görür. Bazen bu tehdit açık bir operasyon olur, bazen görünmez bir yok sayma biçiminde ilerler.

Rusya tarihsel olarak müttefiklik ilişkilerini hiçbir zaman duygusal veya eşitlikçi bir zemine oturtmadı. Kiminle aynı masada oturursa otursun, oyun kurucu pozisyonunu elden bırakmaz.

Batı’nın sabırlı diplomasisinden ya da kuralcı reflekslerinden farklı olarak, Rusya rahatsızlığını geciktirmeden ve doğrudan gösterir. Polonya, Çekoslovakya, Romanya örnekleri bu tarzın tarihsel izleridir.

Günümüzde Rusya’nın bölgesel refleksleri biçim değiştirmiş gibi görünse de özünde aynı kalmıştır. Gürcistan’dan İran’a, Afganistan’dan Suriye’ye kadar uzanan hatta, barışçıl çözüm değil; yönetilebilir gerilim esas alınmaktadır.

Operasyonel kapasitesi, doğrudan müdahale yerine yerel aktörler ve paramiliter ağlar üzerinden işlemektedir. Bu sistem içinde barış girişimleri çoğu zaman “dengeyi bozacak risk” olarak algılanır. Ve bu düzenin dengesini zorlayan her aktör, Rusya’nın dikkatini ve müdahalesini üzerine çeker. Kısacası: istikrar değil, kontrol önceliklidir.

Rusya’nın bakış açısında ne komşuluk, ne dostluk, ne de karşılıklı anlayış aramak gerekir. Zorlu coğrafyaların şekillendirdiği bu devlet yapısı, tehdit algısını keskinleştirir. Bu yüzden küçük krizler, çoğu zaman çok daha büyük stratejilerin parçasıdır.

Bugün Güney Kafkasya’da yaşananlar da bu anlayışla okunmalı. Sınırların ötesine taşan etnik aidiyetler, enerji kaynakları ve jeopolitik çıkarlar iç içe geçmiş durumda. Rusya bu karmaşık denklemde kendi varlığını sadece askerî değil; ekonomik ve psikolojik araçlarla da hissettirmek ister.

Sonuç olarak; Azerbaycan’ın pozisyonu Moskova için sadece coğrafi değil, aynı zamanda zihinsel bir meseledir. Ve Rusya, Türkiye ile yakın bağlara sahip bu ülkeye Ukrayna’ya davrandığı gibi davranmaz. Fakat bu, gerilim üretmeyeceği anlamına da gelmez. Çünkü Rusya’nın siyasetinde geri adım değil, yön değiştirme vardır.

Tam bu noktada, Türkiye’nin rolü daha da kritik hale geliyor. Hem Türk Devletleri Teşkilatı’nın lider ülkesi olarak hem de Azerbaycan ile derin tarihî, kültürel ve stratejik bağlara sahip bir aktör olarak Türkiye, bu yeni dengede yalnızca gözlemleyen değil; yön veren pozisyondadır.

Güney Kafkasya’daki güç boşlukları, Türkiye’nin diplomatik ve ekonomik araçlarını daha etkili şekilde kullanmasına olanak tanıyor. Ancak bu alanı yalnızca dostluk mesajlarıyla değil; kurumsal yapılarla ve uzun vadeli stratejilerle doldurmak gerekiyor.

Türk Devletleri Teşkilatı da bu sınavdan geçmektedir. Sembol ve söylem düzeyinden çıkıp; güvenlikten enerjiye, ulaştırmadan dijital entegrasyona kadar kapsamlı bir yapıya dönüşebilirse, bu yalnızca bölgesel bir birlik değil; Avrasya’nın merkezinde yeni bir stratejik kutup yaratabilir.

Çünkü bugünün krizi sadece bir tehdit değil, aynı zamanda bir fırsattır. Kriz anlarında kurulan yapılar, en uzun ömürlü olanlardır.

Bir Belgesel: 30 Yılın Ardından – TRT Tabii