Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkış hikâyesi, salt bir “bağımsızlık savaşı”ndan ibaret değildir. Alev Alatlı’nın Gogol’un İzinde kitabında geçen şu çarpıcı tespitle başlayalım: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar değildir sadece, aynı zamanda kendi suretini bütün dünyaya maske diye takmaya çalışan kibirli bir projedir.” Bu bağlamda, Amerika’nın kuruluş hikâyesi de modern Batı’nın kibirli projelerinden biridir. Amerika da şöyle bir çıkıp bağımsızlığını ilan etmedi; o, İngiliz İmparatorluğu’nun artıklarından doğan bir taşma kap idi.
-
ve 18. yüzyıllarda Britanya, artan nüfusu, fakirlik, suç oranı ve düzensizlikle başa çıkamaz hale gelmişti. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” kendini düzenli, soylu ve kapalı gösterirken; gerçekte sınıflar arasındaki uçurum derindi. İşsizler, suçlular, dinsel azınlıklar – bu “artıklar” – kolonilere sürülerek sistem dışına itildi. Amerika, bu çöplüğün yeni adresiydi. Ancak mesele sadece suçlulardan ibaret değildi. İngiltere kendi siyasi, dini ve ekonomik pisliğini denizaşırı bir düzleme taşımak zorundaydı. Yahudiler de bu denklemin görünmez aktörleriydi.
İngiltere’nin Anglikan tahakkümü altında Yahudiler sürekli izleniyor, dışlanıyor, sosyal olarak bastırılıyordu. 19. yüzyılda Avrupa’da Yahudi bankerlerin etkisi artarken, Galata bankerlerinden gelen tarihî mirasla ticaret ve finans alanında yetkin olan bazı Yahudi gruplar da Osmanlı topraklarında güçlenmişti. 20. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki baskılar nedeniyle Yahudiler “hac” bahanesiyle ABD’ye göç etmeye başladılar ve Amerikan mali yapısını adım adım şekillendirmeye koyuldular. FED’in kurulması, Wall Street’in doğuşu ve medya holdinglerinin teşekkülü bu etkinin temel taşlarıdır. Yahudi lobisi, artık sadece bir etnik ya da dini kimlik değil, bir ekonomik sistemin taşıyıcısı haline gelmiştir.
Amerika’nın kurulması sanki bir “aydınlanma mucizesi” gibi sunulsa da, bu kuruluşun arka planında Britanya’nın sömürgecilik politikası, ticari hesapları ve yeni bir düzlem yaratma isteği yatıyordu. Bu süreçte İngiltere, sadece kendi kirli geçmişini perdelemekle kalmadı; bu geçmişi sistemli biçimde ABD eliyle temize çıkardı. ABD, İngiliz çıkarlarının küresel düzeyde sürdürülebilir kılınması için kurgulanmış bir araçtır; vekil değil, doğrudan bir uzantıdır. Masada ne örtük ne de eşit bir ilişki vardır; ABD, İngiltere’nin stratejik pisliğini taşıyan makyajlı bir güçtür.
Tıpkı Hindistan-Pakistan savaşlarında olduğu gibi… Hindistan’ı destekleyen İngiltere’nin küresel çıkarlarını temize çıkarmak için bugün Hindistan’ın arkasında durması; Pakistan’ın yanında yer alanların ise Çin gibi daha ketum, doğrudan değil ama stratejik olarak etkili güçler olması bir tesadüf değildir. Bu bölgede yürütülen savaşlar sadece sınır değil; imaj, kontrol ve küresel prestij savaşıdır.
Bu bağlamda, ABD’nin kuruluşunda yalnızca idealler değil, aynı zamanda derin yapılar da söz konusudur. Kurucu babaların birçoğu mason locaların aktif üyeleriydi ve bu yapı sonraki yüzyıllarda da görünüm değiştirerek varlığını sürdürdü.
Bugün Epstein dosyalarından Trump skandallarına kadar uzanan yelpazede, bu locaların güncel uzantılarını görmek mümkün. Jeffrey Epstein olgusu, sadece bir cinsel istismar zinciri değil; aynı zamanda Yahudi sermayesi, elitist çevreler ve sözde “hayırsever” vakıfların çok katmanlı ilişkilerini ortaya döken bir ayna oldu. Epstein’le yüzlerce defa görüşen Amerikan yönetici sınıfı, işin sadece seks olmadığını; istihbarat, manipülasyon ve kontrol ağıyla örülü bir strateji olduğunu bize gösterdi. ABD’de ahlaki çürüme ile stratejik mühendislik birbirine karışmış durumda.
İbrahim Kalın’ın Ben, Ötesi ve Ötekisi adlı eserinde ifade ettiği gibi: “Modernliğin tasarımı, sadece kendi öznesini yaratmakla kalmaz, başkasını da nesneleştirerek biçimlendirir.”
ABD’nin Arap coğrafyasıyla ilişkisi, demokrasi ihracı adı altında bir jeopolitik dizayn projesidir. Irak’ta “kitle imha silahları” bahanesiyle girilen savaş, Suriye’de “halkın yanındayız” yalanıyla yürütülecek bir vekalet savaşına evrildi. Filistin’deyse sessizlikleriyle söylem bazlı adalet anlayışlarının iflas ettiği ortaya çıktı.
Bugün Arap liderlerinin ABD ile sürdürdüğü ilişkinin temelinde yalnızca güvenlik değil, para yatmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan’ın 2017’de ABD’ye 110 milyar dolarlık silah alımı taahhüdü ve çeşitli yatırım vaatleri, bu ilişkinin sembolüdür. Trump döneminde Prens Selman’la yapılan bu anlaşma, ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarını koruma karşılığında alınan bir “vekalet bedeli” olarak da yorumlanabilir. Suudi Prens’in ABD’ye aktardığı bu milyarlarca dolarlık destek, sadece askeri şemsiye sağlamakla kalmıyor; aynı zamanda içerideki siyasal muhalefeti bastırmak, bölgesel liderliğini pekiştirmek ve Batı nezdinde meşruiyet üretmek için bir araç işlevi görüyor. Bu bir sadakat gösterisi değil; bir mecburiyettir. Filistin yanarken, Arap liderlerinin Washington’da lobilerle poz vermesi, tarihin en trajik tezatlarından biridir.
İbrahim Kalın’ın Ben, Öteki ve Ötesi adlı eserinde yer verdiği gibi: “Her ‘ben’ iddiası bir ‘öteki’nin varlığını tazammun ederken, her ‘öteki’ vurgusu da bir ‘ben’ tasavvuru inşasını zorunlu kılar.” Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Yahudi lobisinin etkisi, bu inşa edilen yeni dünyanın perde arkalarında hep hissedilmiştir. Mali sistemin kurgulanması, medya düzeninin şekillenmesi ve akademik kalıpların belirlenmesinde bu etkinin izleri vardır. Finans kapitalin kimlere hizmet ettiği sorusu, bugün Ortadoğu’ya her bomba düştüğünde yeniden hatırlanmalıdır.
İbrahim Kalın’ın Ben, Öteki ve Ötesi adlı eserinde yer alan şu güçlü tespitle devam edelim: “Modernleşme, sadece teknik bir ilerleme projesi değil, aynı zamanda bir kültürel dönüşüm dayatmasıdır.” Bu bağlamda ABD, yalnızca kendi içinden değil, ihraç ettiği kültür ve finans yapılarıyla da küresel sistemi bozan bir merkez haline gelmiştir.
ABD, bir zamanlar Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı için masaya oturduğunda, aslında kimin kazanmasını istiyordu? Bugün de aynı soruyu sormak gerekiyor: Masada kimin çıkarını koruyorlar? Demokrasi, insan hakları gibi kavramların ardına sığınarak, enerji hatlarını ve silah piyasasını kontrol altında tutma çabası, bugün Çin’le olan rekabetin de özünde yatmaktadır. Çin’in ekonomik genleşme politikalarına karşı, ABD’nin askeri ve dijital tahakkümle cevap vermesi, yeni bir soğuk savaşın eşiğini işaret ediyor. Ancak Çin’in Pakistan, İran ve Rusya ekseniyle geliştirdiği kapalı ittifaklar, doğrudan çatışmadan çok stratejik sıkıştırma politikasına yöneliktir.
Bugün çok kutuplu bir dünyada, ABD’nin kurucu mitleriyle bugünkü pratikleri arasındaki çelişkiler daha fazla sorgulanıyor. Alev Alatlı’nın sözleriyle bitirelim: “Gerçekler üzerinden değil, algılar üzerinden yönetilen bir düzende, hakikati arayanlar delilikle suçlanır.”
Şimdi soru şu: Bu masalın dışına çıkmaya cesaretimiz var mı?
Bir Kitap: Cesur Yeni DÜnya - Aldous HUXLEY