Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.
“Yaşamak için önce hayatta kalmamızı sağlayacak yolları bulmalıyız.”
— William Shakespeare, The Tempest (Fırtına)
Ama ya hayatta kalmak için tüm insanlığımızdan vazgeçmek gerekirse?
Ya düşünmek, hissetmek, acı çekmek, sevmek ve hatırlamak; sistemin düzenine tehdit sayılıyorsa?
Aldous Huxley, 1932 tarihli Cesur Yeni Dünya romanında bu sorulara distopik değil, fazlasıyla gerçekçi bir gelecek senaryosuyla yanıt verir.
Ve o gelecek, bugünün gölgesinde yaşanıyor olabilir.
İnsan Fabrikası: Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi
Cesur Yeni Dünya’nın dünyasında insanlar doğmaz, üretilir.
Dünya Devleti’nin kontrolündeki kuluçka merkezlerinde embriyolar genetik olarak işlenir.
Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon olmak üzere beş kasta ayrılırlar.
Zeka, fiziksel yapı, hatta boy bile önceden planlanır.
Kimse bu eşitsizliği sorgulamaz. Çünkü her birey, ait olduğu sınıfı sevecek şekilde şartlandırılır.
Bu şartlandırma, uyku eğitimiyle başlar.
Yastığın altından tekrarlanan cümlelerle bireyin bilinçaltına sistemin sloganları kazınır:
“Cemaat, Özdeşlik, İstikrar.”
Aile, bağlılık, mahremiyet, birey olma gibi kavramlar sistemin tehdididir ve yok edilmiştir.
Soma: Hissetmemenin Devlet Garantisi
Toplumun düzeni, duygu barındırmaz.
Sistem bunun için bir çözüm geliştirmiştir: Soma.
Canınız mı sıkkın? Alın bir doz.
Kaygılı mısınız? Yeter ki hissediyor olun; sistem size unutmanız için gerekeni verir.
Bugün dünyasında bu ilaca gerek kalmadı.
Çünkü herkesin cebinde kendi Soma’sı vardır:
Sonsuz kaydırılan ekranlar, filtreli yüzler, sahte kahkahalar ve mutluluk zorunluluğu.
Unutan Birey, Başkasının Oyuncağıdır
“Bireyin hafızası yoksa; düşüncesi, kimliği ve hatta acısı da başkasına aittir.”
Vahşi John, Shakespeare’in satırlarında kendini tanımıştı.
Bugünün insanı ise artık aynaya değil, ekrana bakıyor.
Geçmişin ağırlığıyla değil, algoritmaların önerisiyle şekilleniyor.
Tarihi olmayan bir bireyin ilk çalınan şeyi hatıraları değil, acısıdır.
Acı, yerini hızlı serotonin patlamalarına; yas, yerini anlık ‘story’ paylaşımlarına bırakmıştır.
Uyuşturucular artık kimyasal değil, dijitaldir.
Soma yok ama onun yüz kat etkili versiyonları cebimizdedir:
Bir videodan diğerine, bir yüz filtresinden sahte kahkahalara…
Ve tüm bunların içinde aşk, bağlılık, sadakat gibi kavramlar “yük” sayılmaya başlanır.
İnsanın artık tek başına var olması değil, tüketilmek üzere var olması teşvik edilir.
Bir ilişki bitince üzülmeye gerek yoktur, çünkü “bir sonraki” zaten parmak ucundadır.
İnsanlar artık sevilmek istemez, izlenmek ister.
Anlaşılmak değil, beğenilmek önemlidir.
Ve bu uğurda herkes kendi ruhundan vazgeçer.
TikTok ve Instagram’da şekillenen bir hayatın derinliği yoktur,
Çünkü sürekli kaydırılan bir gerçeklik, hiçbir zaman kök salmaz.
Hatırlamayan birey sorgulamaz.
Sorgulamayan birey direnemez.
Ve direnemeyen birey, artık sadece sistemin süs objesidir.
Vahşi’nin Trajedisi: Şiirin Susturulması
Romanın en çarpıcı karakteri Vahşi John, sistemin dışından gelen biridir.
Aşkı bilir, acıyı tanır, Shakespeare’den dizelerle konuşur.
Ama o dizeler, sistemin içinde yankı bulamaz.
Çünkü sistem için duygu fazlalık, düşünce tehdit, hafıza arızadır.
John’un trajedisi, sadece bu düzenin parçası olamamak değil;
Bu düzenin dışında da artık yaşanabilir bir yer olmamasıdır.
Son Söz: Şiirsel Bir Ağıt
Romanın sonunda Vahşi John, Shakespeare’den bir satır fısıldar:
“Ah! Cesur Yeni Dünya! İçinde böyle insanlar var.”
(O brave new world that has such people in’t.)
— The Tempest, William Shakespeare
Bu bir övgü değil;
İnsanın kendine duyduğu utancın şiirsel ifadesidir.
Bir Kitap: Macbeth – William Shakespeare