Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.
“İt iti ısırmaz,” derdi babaannem.
Ortadoğu’nun dumanlı sokaklarında her yeni çatışma, her patlayan bomba bu cümleyi biraz daha doğrular gibi. İran ve İsrail yıllardır düşman gibi görünür. Oysa dikkatli bakanlar için bu gerilimde bir tekrar, bir denge, hatta bir alışveriş hissedilir.
16 Haziran gecesi İran’dan fırlatılan balistik füzeler, İsrail’in kuzeyinden Tel Aviv’e kadar geniş bir hattı hedef aldı. Sekiz sivil hayatını kaybetti. Cevap gecikmedi. İsrail, Tahran’daki devlet televizyonuna nokta atışıyla karşılık verdi. O sırada yayında olan sunucu, kelimelerini yarım bırakmak zorunda kaldı. Ekran sustu.
Ama asıl yayın, o sustuktan sonra başladı.
ABD, İsrail’in yanında olduğunu bildirdi. Çin, İran’la enerji ve savunma iş birliklerini derinleştirdi. Rusya sessiz kaldı ama kulislerdeki silah satıcıları için Moskova’nın durağanlığı bile pozisyon anlamına gelir. Avrupa yine nötr bir paragraf okudu; içinde hiçbir cümle hatırlanmayacak kadar yuvarlak bir açıklamayla.
Ama asıl mesele bu değil.
Asıl mesele şu:
Bu kadar çok ülkenin sessizce hizalandığı bir denklemde gerçek düşman kim?
Ve asıl hedef neresi?
İran ile İsrail’in düşmanlığı, tarihteki ilk örnek değil. 1948’de İsrail kurulduğunda, onu tanıyan ilk Müslüman ülke İran’dı. Mossad ile SAVAK aynı masada oturuyor, Arap milliyetçiliğini ve Sovyet yayılmacılığını ortak tehdit olarak görüyorlardı. 1979 devrimi bu tabloyu değiştirdi, ama sadece şeklen. Gerçekte taraflar sadece rollerini güncelledi.
Eski dosttan “kullanışlı düşman” üretildi.
Ve düşmanlık, iç siyasette kullanılabilecek en kalıcı yakıta dönüştü.
İran doğrudan savaşmaz; yerine savaşan yapılar üretir: Hizbullah, Haşdi Şabi, Hamas… Hepsi İran’ın dış politika aparatıdır. İsrail de elbette karşılık verir ama çoğu zaman hedef gölgedir. Bu da bizi şu gerçekle yüzleştirir:
Bu savaş, halklar arasında değil; halklar adına oynanan jeopolitik bir oyun.
Tıpkı Hindistan ile Pakistan gibi.
Orada da aynı sahne kuruludur: Sert açıklamalar, sınırda çatışmalar, vekâlet aktörleri, iç kamuoyunu dizginleyen bir “dış düşman” algısı.
Ama perde arkasında her iki taraf da aynı masa çevresindedir: Çin ve ABD.
Biri nükleer silahlarını modernize eder, diğeri sınırda roket testleri yapar.
Ama 70 yıldır, o savaş hep “başlamamış bir savaş” olarak kalır.
Neden?
Çünkü bu çatışmaların gerçek işlevi çözüm değil; devamdır.
Filistin’in adı her açıldığında duygular yükselir.
Ama dikkatle bakıldığında İran’ın desteği, halktan çok belli gruplara yönelmiştir. Mezhep eksenli bir direniş mimarisi kuran Tahran, ümmetin birliğini değil, Şii kuşağın genişlemesini önceler. Gazze bombalanırken İran sadece bildiriler yayınlar; yardımlar seçilmiş örgütlere gider. Ve bu yardımların da çoğu sahada değil, müzakerelerde kaldıraçtır.
Diğer yanda İsrail’in sert tepkileri, içeride birlik sağlamak ve dışarıda güvenlik fetişizmini canlı tutmak içindir. Her yeni saldırı, biraz daha fazla destek anlamına gelir. Ve bu denklemde İsrail’in en sadık ortağı hâlâ ABD’dir.
Ama Çin’in sessizliği artık bir pozisyon değil; stratejidir.
İran’a uygulanan ambargoların boşluklarını Çin dolduruyor.
Enerjiye ihtiyacı var ve Batı’yla doğrudan çatışmadan, krizleri başka ülkeler üzerinden yönetmeye alıştı.
Şanghay’dan Tahran’a uzanan bu hat, yeni dünyanın eski savaşlarını dışardan finanse ettiği bir çizgi hâline geldi.
Bu yaşananlara “savaş” demek kolay.
Ama gerçekte bu, bir denklem yönetimidir.
Hangi denklem mi?
Şöyle bir denklem:
İsrail saldırır → ABD sahip çıkar → İran karşılık verir → Çin sessiz kalır → Rusya izler → Avrupa kaygılanır.
Ve aynı anda:
Petrol yükselir → Savunma bütçeleri artar → Diplomasi kilitlenir → Halklar yoksullaşır.
Her biri birbiriyle bağlantılıdır.
Her biri diğerinin gerekçesidir.
Ama dikkat: bu sadece Ortadoğu’nun hikâyesi değil.
Bu bir sistem öyküsü.
Bu yüzden coğrafyalar değişse de sonuç değişmiyor:
Gazze, Beyrut, Bağdat, Sana…
Her kriz aynı yerleri vuruyor.
Her kurban aynı dili konuşmasa da çığlığı tanıdık geliyor.
Babaannem “İt iti ısırmaz,” derdi.
Ben artık şunu da ekliyorum:
“Ama kemik çoksa, birlikte kemirmeyi de bilirler.”
Bir Filim: Persepolis
SİNEM ÖZKAN