Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.
Tarih boyunca defalarca işgale uğramış, kutsalların ve savaşların merkezi olmuş bir toprak parçası: Filistin.
Bugün yalnızca bir coğrafya değil, insanlık vicdanının ölçüldüğü en keskin terazilerden biridir.
Kudüs’ün, Nablus’un, Cenin’in ve El Halil’in tanıklığında şekillenen bu topraklar, aslında köklü bir medeniyetin adıdır.
Üstelik öyle bir medeniyet ki yalnızca İslam’ın değil; Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve hatta insanlık tarihinin ortak belleğinde derin izler bırakmıştır.
Filistin halkı, 1948’de kurulan İsrail yönetimiyle değil, çok daha öncesinden bu toprakların asli unsuruydu.
Ancak modern diplomasideki tanınma süreci, 15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi’nin bağımsızlık ilanıyla kurumsal bir çerçeveye oturdu.
Bu ilan, kısa sürede 90’a yakın ülke tarafından tanındı.
İlk tanıyan devletler arasında Türkiye, Hindistan, Endonezya, Sovyetler Birliği, Çin, Brezilya, Güney Afrika ve Cezayir yer aldı.
Bu dönemde pek çok ülke, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün temsilciliklerini konsolosluk düzeyine yükseltti.
Tunus, Ürdün ve Mısır gibi ülkeler, Filistin diplomasisinin sahada görünür olduğu ilk merkezlerdi.
İsrail: Bir Medeniyetin Karşısına Konumlanan Proje
Buna karşılık İsrail’in kuruluşu, tarihsel meşruiyetten çok jeopolitik mühendisliğe dayalı bir yapıdır.
1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını resmen önerdiği ilk belgedir.
Bu plan, Osmanlı’dan koparılmış, Mandater İngiltere’nin şekillendirdiği topraklarda kurgulandı.
1947’de Birleşmiş Milletler, bu toprakların Yahudi ve Arap devletleri arasında bölünmesini önerdiğinde Filistinliler bunu reddetti.
Çünkü bir başkasının verdiği haklar üzerinden vatan tanımlamak, varoluşun inkârıydı.
Ve 14 Mayıs 1948’de İsrail yönetimi kurulduğu ilan edildi.
- Amerika Birleşik Devletleri, yalnızca 11 dakika sonra bu yönetimi tanıdı.
- Ardından Sovyetler Birliği ve Fransa geldi.
Bu tanıma adımı, sadece diplomatik bir protokol değil; aynı zamanda yeni kurulan bir dünya düzeninde taraf seçimi anlamına geliyordu.
İsrail, daha doğarken bir uluslararası koalisyonun himayesiyle büyüdü.
Filistin ise yerinden edildi, statüsüz bırakıldı, susturuldu.
Bugün, 2025 yılı itibarıyla, dünya bu adaletsiz inşayı yeniden sorguluyor.
Ancak bu sorgulama yalnızca bugünün sıcaklığıyla anlaşılamaz.
Asıl mesele, Batı ittifakının Filistin’e neden onlarca yıl boyunca sırtını döndüğü, İsrail’in nasıl bir “dokunulmazlık zırhı” kazandığı ve ABD dış politikasının bu zırhı nasıl inşa ettiğidir.
Burada karşımıza iki farklı strateji, iki farklı dünya görüşü, iki Amerika çıkar:
Zbigniew Brzezinski ve Henry Kissinger.
Soğuk Savaş sonrası Amerikan dış politikasını şekillendiren bu iki isim arasında temel bir fark vardır:
- Brzezinski, Avrasya merkezli, çok kutuplu ve dengeli bir dış politika önerir.
- Kissinger ise çıkarların ve askerî gücün esas olduğu realist bir anlayışla, İsrail’i merkezî bir sabit olarak kabul eder.
Brzezinski için İsrail, Amerika’nın jeopolitik öncelikleri içinde tali bir öğeydi.
Kissinger içinse İsrail, hem Batı’nın ileri karakolu hem de Orta Doğu’ya müdahale için meşru bir bahaneydi.
Bush yönetimiyle birlikte ABD, Brzezinski çizgisinden uzaklaştı ve Kissinger modeline geçiş yaptı.
Bu tercihin sonucunda Filistin, yalnızca diplomatik olarak değil; medya, hukuk ve kamuoyu düzleminde de görünmez hâle getirildi.
11 Eylül sonrası “terörle mücadele” adı altında yürütülen dış politika, aslında İsrail’in güvenliğini merkeze alan yeni bir Orta Doğu düzeninin kuruluşuydu.
Barış görüşmeleri sürekli ertelendi, çözüm masaları sabote edildi, Gazze açık hava hapishanesine çevrildi.
İsrail’in Derin İttifakları
Bu himaye yalnızca ABD ile sınırlı kalmadı.
İsrail, 1980’lerden itibaren kendisini sadece askerî değil; diplomatik ve teknolojik olarak da bir küresel istikrar aktörü olarak tanımlamaya başladı.
Bu süreçte kurduğu ittifaklar şunlardı:
- ABD: 1981 tarihli “Stratejik İşbirliği Anlaşması” ile İsrail, resmen ABD dış politikasının taşeronu gibi çalışmaya başladı.
- İngiltere: MI6 ve Mossad arasında yürütülen ortak operasyonlar, istihbarat koordinasyonu, Ortadoğu politikalarının perde arkası.
- Almanya: Holokost sonrası yüklenen “tarihsel sorumluluk” üzerinden verilen denizaltılar, insansız hava araçları ve finansal destekler.
- Fransa: 1950’ler ve 60’larda Dimona’daki nükleer tesisin kurulmasında teknik yardım, istihbarat iş birlikleri.
- Çin ve Hindistan: Tarım teknolojileri, siber güvenlik, savunma sistemleri ihracı.
İsrail bu sayede, diplomatik alanda ne kadar eleştiri alırsa alsın, yaptırıma uğramayan tek ülke olmayı başardı.
Herkes ona dokundu, kimse onu incitmedi.
Fransa–ABD Ayrışması: Aynı Blokta, Farklı Haritalar
2000’li yılların başından itibaren Atlantik ittifakında sessiz ama derin bir ayrışma gözlemlendi.
Fransa, her ne kadar NATO içinde ABD ile müttefik olsa da, İsrail politikalarında giderek daha bağımsız bir duruş sergilemeye başladı.
Bu yalnızca teknik bir diplomatik farklılık değil; bir medeniyet çizgisi tercihi olarak da okunmalı:
- 1967’de Charles de Gaulle, Altı Gün Savaşı sonrası İsrail’e silah ambargosu koydu.
- 2003’te Jacques Chirac yönetimindeki Fransa, ABD’nin Irak işgaline “hayır” diyen birkaç Batılı ülkeden biriydi.
- 2014’ten itibaren Filistin devletinin tanınmasını savunan ilk Avrupa parlamentolarından biri yine Fransız Meclisi oldu.
- 2025’e geldiğimizde Fransa; İspanya, İrlanda, Norveç, Kanada ve diğer 10 ülkeyle birlikte Filistin’i resmen tanıyan bir açıklama yaptı.
Bu adım yalnızca İsrail’e değil, aynı zamanda ABD’nin İsrail merkezli dış politika paradigmasına da bir meydan okumaydı:
“Biz sizin güvenlik tanımlarınıza mecbur değiliz.”
“Bizim halklarımız, vicdanlarıyla oy veriyor.”
Bu bir kopuş değil, ama açık bir uyarıydı.
Bu ülkelerin hepsi şunu söylüyordu:
“Bu düzen böyle devam edemez. Filistin’i tanımak, geç kalmış bir yükümlülüktür.”
Fransa’nın bu bağımsız duruşunun ardında yalnızca ahlaki veya tarihi gerekçeler değil, jeopolitik çıkar kaygıları da vardır.
İsrail’in bölgede koşulsuz biçimde güçlendirilmesi, uzun vadede sadece Filistinliler için değil; Avrupa için de bir güvenlik tehdidi oluşturma potansiyeli taşımaktadır.
Fransa, ABD’nin aksine, bu tehdidin bir gün Avrupa topraklarına sıçrayabileceğini; vekil güçlerle kurulan istikrarsız dengelerin bumerang gibi geri dönebileceğini hesaplamaktadır.
Bu nedenle Filistin’in tanınması, Fransa açısından hem etik bir duruş hem de önleyici bir güvenlik politikasıdır.
İsrail’i besleyen ellerin, kendi sınırlarını zorlamaya başladığında Avrupa’yı da zorlayacağı açıktır.
Dünya Kamuoyunun Dönüşü: Sessizlik Yerini Söz’e Bırakıyor
Bu diplomatik değişimin ardında sadece hükümetler değil, halkların vicdanı ve baskısı da var:
- 2023 BM Genel Kurulu’nda, Filistin’in tam üyeliğini destekleyen ülke oranı %80’e ulaştı.
- Gallup 2021 anketine göre, ABD’de 18–35 yaş grubundaki gençlerin %52’si Filistin’e daha yakın hissediyor.
- Avrupa genelinde yapılan kamuoyu araştırmalarında, Filistin’e yönelik pozitif algı artarken, İsrail’e güven %30’ların altına düşmüş durumda.
- Akademik çevreler, üniversiteler, sanatçılar, yazarlar “apartheid rejimi” tanımını daha açık şekilde kullanıyor.
Bugün, Batı başkentlerinde Filistin bayraklarının sokaklarda görülmesi; sadece bir protesto değil, yeni bir tarih okumasıdır.
Filistin artık yalnız değil. İsrail ise ilk kez gerçekten sorgulanıyor.
Değerlendirme: Neden Şimdi, Neden Bu Kadar Ülke?
Bu tanıma dalgası, yalnızca Gazze’deki bir insanlık dramına tepki değil; çok katmanlı bir küresel kırılmanın yansımasıdır:
- Ahlaki Kriz ve Seçmen Baskısı
Batılı halklar, “Ukrayna için ayağa kalktınız, Gazze için neden susuyorsunuz?” diye soruyor.
Hükümetler sessiz kalırsa oy kaybediyor. - ABD Hegemonyasına Sessiz Mesafe
Özellikle Fransa ve İrlanda, Washington’un tek kutuplu tahakkümünden rahatsız.
Filistin’i tanımak, bir anlamda “ABD çizgisinden çıkış bileti.” - İsrail’in Aşırı Sağa Sürüklenmesi
Netanyahu ve ortaklarının ilhakçı, teokratik politikaları artık Avrupa’nın savunamayacağı bir yere ulaştı. - Yeni Dünya Düzeninde Yer Seçimi
Çin ve Rusya gibi aktörlerin etkinliğinin arttığı bu dönemde, Batı da yumuşak güç hamlesi yapmak zorunda. - İslam Dünyasıyla İlişkileri Düzeltme Çabası
Özellikle Afrika ve Asya’da yeniden prestij kazanmak isteyen ülkeler için Filistin dosyası artık stratejik bir manivela.
Brzezinski çizgisinden uzaklaşılarak, Kissingercı politikalarla inşa edilen İsrail merkezli statüko; artık hem etik hem jeopolitik anlamda sürdürülemez bir hâle gelmiştir.
Filistin’in tanınması bir sonuç değil, bir başlangıçtır:
- Diplomatik suskunluğun sonu,
- Ahlaki hesaplaşmanın ifadesi,
- Yeni dünya düzenine verilen yön tayinidir.
Ve bu kez, susturulanlar değil; tanıyanlar yazacak tarihi.