Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.

Filistin’den Ortadoğu’daki Dönüşen Yapılara Ortadoğu’da radikal dini yapıların ortaya çıkışı, yalnızca inançsal veya teolojik nedenlerle açıklanamaz. Bu yapıların doğuşu, gelişimi ve dönüşümü; tarihsel kırılmalar, sosyo-politik dışlanmışlıklar ve uluslararası sistemin ikircikli pozisyonlarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu çerçevede Filistin meselesi, yalnızca bir çatışma alanı değil, bu yapıların ideolojik gerekçelerini şekillendirdikleri, meşruiyet söylemlerini inşa ettikleri merkezî bir referans noktası haline gelmiştir.

I. Filistin Savaşının Altyapısı: Tarihsel Temeller

Filistin sorunu, 20. yüzyılın başında şekillenmeye başlayan uluslararası müdahalelerin sonucudur. 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin Filistin topraklarında bir “Yahudi yurdu” kurulmasına destek vereceğini ilan etmesiyle mesele diplomatik bir zemine oturdu. Bu deklarasyon, Osmanlı idaresindeki yerli Arap nüfusun iradesi göz ardı edilerek verilmişti.

Kudüs Katliamları (1920, 1929): Bu dönemde Kudüs’te Yahudi yerleşimcilere karşı başlayan toplumsal huzursuzluk, İngiliz Mandası’nın müdahalesiyle şiddetlendi. 1920’deki Nebi Musa olayları ve 1929’daki Hebron-Kudüs saldırılarında onlarca Yahudi ve Arap hayatını kaybetti. Olayların ardından İngiliz yetkililer sert müdahalelerde bulundu, çok sayıda Arap idam edildi. Bu katliamlar, karşılıklı güvensizliğin başlangıç noktası olarak kabul edilir.

1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte Filistin halkı kitlesel göçlere zorlandı. Bu olay, Arap kamuoyunda “Nakba” (Büyük Felaket) olarak anılır. 1967’deki Altı Gün Savaşı ise Doğu Kudüs, Gazze, Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi bölgelerin işgaliyle İsrail’in sınırlarını fiilen genişletti. Bu tarihsel gelişmeler, yalnızca Filistin halkı üzerinde değil, tüm Müslüman coğrafyada siyasal ve ideolojik kırılmaların tetikleyicisi oldu.

Deir Yassin Katliamı (1948): Irgun ve Lehi milislerinin Deir Yassin köyüne saldırısı sonucu yaklaşık 100 sivil öldürüldü. Katliam, halk arasında dehşet yaratarak kitlesel göçü hızlandırdı. Bu olay, Nakba sürecinin psikolojik eşiklerinden biri sayılır.

Haifa ve Jaffa Katliamları (1947–1948): Irgun militanlarının Arap mahallelerine yönelik saldırılarında yüzlerce kişi öldürüldü. Özellikle Jaffa’daki saldırılar, önemli bir Arap kentinin demografik dönüşümünü tetikledi. Bu dönemde Balad al-Sheikh ve Tantura’da da çok sayıda sivilin öldürüldüğü olaylar yaşandı.

Qibya Katliamı (1953): İsrail güçlerinin Ürdün sınırındaki Qibya köyüne düzenlediği baskında 60’tan fazla sivil hayatını kaybetti. Bu operasyonun başındaki isim Ariel Şaron’du.

I M G 4054

Khan Yunus Katliamı (1956): Gazze Şeridi’nde yer alan bu bölgede İsrail güçlerinin infazlarında yaklaşık 275 kişi öldürüldü. Katliam sonrası ortaya çıkan toplu mezarlar, uluslararası basında yer buldu.

Sabra ve Şatila Katliamları (1982): İsrail denetimindeki Hristiyan Falanjist milisler, Lübnan’daki Sabra ve Şatila mülteci kamplarına saldırarak yüzlerce sivili katletti. İsrail’in bu katliamdaki dolaylı rolü, uluslararası kamuoyunda büyük tepki topladı.

El-Aksa Katliamı (1990): El-Aksa Camii’nde cuma namazı esnasında çıkan olaylarda İsrail güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu 19 kişi hayatını kaybetti. Şiddet düzeyi, bazı Batılı kaynaklarda 2. Dünya Savaşı zulümleriyle karşılaştırıldı.

İbrahim Camii Katliamı (1994): Yahudi yerleşimci Baruch Goldstein, sabah namazı sırasında camiye girerek 29 kişiyi öldürdü, 125 kişiyi yaraladı. Olay sonrası dünya basınında Bosna’daki katliamlarla karşılaştırmalar yapıldı.

Cenin Mülteci Kampı Katliamı (2002): İsrail’in “Defansif Kalkan” operasyonu kapsamında kamp kuşatıldı. Çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Alman basınında “Naziler Yahudilerden intikam almıştı, şimdi roller değişti” yorumları yer aldı.

Gazze Katliamları (2008, 2009, 2012, 2014, 2018, 2019, 2021, 2023): Her biri yüzlerce, hatta binlerce sivilin ölümüyle sonuçlanan operasyonlar; hastaneler, okullar ve konutların hedef alınmasıyla dikkat çekti. Uluslararası tepkilere rağmen kalıcı bir barış zemini oluşmadı.

Katliamların Siyasal ve Düşünsel Sonuçları: Radikalizmin Yeni Evresi

Filistin özelinde yaşanan katliamlar, yalnızca kitlesel şiddet örnekleri değil; aynı zamanda uluslararası sistemin adaletsizliği, bölgesel rejimlerin tepkisizliği ve Batı’nın çifte standartlı yaklaşımının açık göstergeleri olmuştur. Bu durum, sadece mağduriyet duygusunu değil; aynı zamanda radikal dini yapıların ortaya çıkışını meşrulaştıran söylemsel ve stratejik alanı da yaratmıştır.

Özellikle Hamas, El-Kaide, IŞİD gibi yapılar, bu tarihsel travmaları ideolojik birer kaldıraç olarak kullanarak hem toplumsal meşruiyet üretmiş hem de kitleleri mobilize edebilmiştir. Hamas, doğrudan İsrail işgaline karşı yerel ve dini temelli bir direnişi benimserken; El-Kaide ve IŞİD, Filistin’deki zulmü küresel bir İslam ümmeti meselesi haline getirerek, çok daha geniş bir coğrafyada radikalleşmeyi teşvik etmiştir.

Bu bağlamda katliamlar, sadece tepkisel duyguları beslemekle kalmamış, aynı zamanda bu yapıların kurumsal olarak güçlenmesini ve siyasal boşlukları doldurmasını da sağlamıştır. Böylece radikalizm, marjinal bir fikir olmaktan çıkıp, sistemli ve küresel bir hareket biçimine dönüşmüştür.

İşte bu dönüşümün izlerini anlayabilmek için, radikal dini yapının düşünsel evrimini tarihsel evreler üzerinden analiz etmek gerekir.

I M G 4055

II. Dini Radikalizmin Evreleri: Düşünceden Harekete

  1. Tanımlama ve Reaksiyon Dönemi (1950–1967):
    Ulus-devletlerin kurulması ve laik anayasal düzenlerin benimsenmesiyle, siyasal İslamcı söylemler marjinalleşti. Bu dönemde İslami referanslı düşünce akımları, Batılılaşma karşıtı bir duruş sergiledi. Ancak ana akım İslamcılıkla radikal çizgi arasındaki fark, yöntemde belirdi: Radikal söylem, değişimi seçimle değil, doğrudan müdahaleyle gerçekleştirme çağrısı yaptı.
  2. Yakın Düşman Teorisi (1967–1980):
    1967’deki Arap-İsrail Savaşı’ndaki ağır mağlubiyet, dış düşman algısını ikincilleştirdi. Artık eleştiri odağında, Müslüman ülkelerdeki seküler ve Batı yanlısı rejimler yer aldı. Yakın düşman kavramsallaştırması bu dönemde şekillendi. Siyasal iktidarın gayrimüslimlerden önce içerideki yöneticilerden “arınması” gerektiği savunuldu.
  3. Afgan Cihadı ve Uluslararasılaşma (1980–1989):
    Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, radikal düşüncenin sınır ötesine taşınmasına zemin hazırladı. Afganistan, farklı ülkelerden gelen savaşçılar için bir toplama ve eylem sahasına dönüştü. Bu süreçte El-Kaide oluştu. Bu yapı başlangıçta savaşçıların lojistik ve kayıt işlerini yürüten bir ağken, zamanla daha örgütlü bir çerçeveye kavuştu.
  4. Körfez Savaşı ve Vela-Bera Doktrini (1990–1996):
    Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan topraklarına yerleşmesi, özellikle dini referanslı yapılarda yeni bir tepkiselliği doğurdu. Bu dönemde “Vela ve Bera” doktrini yaygınlaştı. Buna göre Müslümanlar yalnızca kendi inançdaşlarıyla ittifak kurmalı, gayrimüslimlerle siyasi ve askeri bağları koparmalıydı.
  5. Küresel Cihat ve El-Kaide’nin Yükselişi (1996–2001):
    El-Kaide, artık yalnızca Afganistan’a ya da bölgesel çatışmalara odaklı değildi. Stratejik hedefini doğrudan “uzak düşman” olarak tanımladığı ABD’ye çevirdi. Gerekçe olarak ise İsrail-Filistin meselesi, Körfez’deki Amerikan üsleri ve Müslüman coğrafyalardaki askeri müdahaleler gösterildi. 11 Eylül 2001 saldırıları bu dönemin doruk noktası oldu.
  6. Hücresel Yapılar ve Tekfirci Yayılma (2001–2010):
    11 Eylül sonrası güvenlik politikalarının sıkılaşması, merkezî örgütlenmeleri zayıflattı. Bu boşluk, bireysel ya da hücresel cihat anlayışına alan açtı. Irak ve Suriye’de yeni oluşumlar ortaya çıktı. Bu dönem aynı zamanda tekfir (başkasını imandan çıkmış sayma) pratiğinin radikal yapılar arasında yaygınlaştığı süreçtir.
  7. Kurumsallaşmış Vahşet ve IŞİD (2010–2017):
    Suriye iç savaşı ve Irak’taki siyasi kaos, daha katı ve agresif yapıların sahneye çıkmasına neden oldu. IŞİD, bu ortamda hem fiziksel toprak kontrolü hem de medya gücüyle öne çıktı. Hilafet ilanı, kitlesel infazlar ve dini sembollerin yoğun kullanımı, örgütün görünürlüğünü artırdı. Ancak bu dönem, ideolojiden çok şiddetin öne çıktığı bir radikalizm biçimini temsil eder.

III. Filistin Üzerinden Radikal Yapıların Kurumsallaşması

Filistin, radikal yapılar açısından yalnızca işgal edilen bir toprak değil; aynı zamanda direnişin dini, siyasi ve sembolik düzlemde meşruiyet zeminidir.

Bu sembolik yük, farklı örgütler tarafından farklı stratejilerle kullanılmıştır:

Hamas

1987’de kurulan Hamas, İhvan çizgisinden gelen ve İslami direnişi temel alan bir yapıdır. Filistin’in tamamında İslam hukuku temelinde bir yönetim hedeflemiştir. Zaman içinde pragmatik açılımlar gösterse de söyleminde Kudüs’ün “savunulması” asli görevlerden biri olarak kalmıştır.

El-Kaide

Filistin sahasında doğrudan bir varlık göstermemiştir. Ancak ideolojik söyleminde İsrail’e verilen Amerikan desteği sık sık gündeme getirilmiş, Filistin meselesi Batı karşıtı cihadın gerekçelerinden biri haline getirilmiştir.

IŞİD

Kudüs söylemini propaganda materyallerine taşımış; fakat sahada ne İsrail’e karşı bir cephe açmış, ne de Filistin direnişine doğrudan dâhil olmuştur. Buna rağmen Kudüs, söylemsel düzeyde sürekli tekrar edilen bir amaç olarak kalmıştır.

Hizbullah ve İslami Cihad Hareketi

İran destekli bu yapılar, Filistin direnişini hem dini hem siyasi açıdan sahiplenmiştir. Filistin sahasında doğrudan faaliyet göstermiş, çatışmalarda aktif rol almışlardır.

Diğer Küresel Yapılar

El-Şebab, Boko Haram gibi yapılar, coğrafi olarak uzak olsalar da Filistin’i sembolik olarak kullanmış; özellikle propaganda söyleminde “İslam ümmetine yapılan saldırıların merkezi” olarak tanımlamışlardır.

IV. Güncel Çatışmalar ve Radikalizmin Devamlılığı

Bugün Filistin’de yaşanan çatışmalar, yalnızca bölgesel ya da iki aktörlü bir mesele değildir.

Bu kriz, radikal yapıların kendini yeniden tanımlayabildiği, sembolik olarak güç kazandığı, gerekçelerini tazelediği bir zemindir:

  • İsrail’in güvenlik doktrini, bu yapılarca işgalin devamı olarak görülür.
  • Batı’nın diplomatik tutumu, çifte standart algısını derinleştirir.
  • Filistin’deki sivil kayıplar, radikal söylemler için duygusal ve görsel malzeme haline gelir.

Bu nedenle Filistin meselesi çözülmeden, Ortadoğu’da radikal yapıların ideolojik beslendiği kaynak ortadan kalkmaz.

Sonuç: Bir Meselenin Sürekliliği, Bir Düşüncenin Dönüşümü

Radikal dini yapılar, tarihsel olarak siyasi boşluklardan, askeri müdahalelerden ve toplumsal dışlanmışlıklardan güç almıştır.

Filistin meselesi, bu yapıların sembolik ve stratejik söyleminde merkezi bir yer tutmaya devam etmektedir.

Bu nedenle radikalizmin dönüşümünü anlamak, Filistin sorununun çözülmemiş doğasını ve ona yüklenen anlamları analiz etmeyi zorunlu kılar.

Filistin, yalnızca bir coğrafya değil; ideolojik üretimin ve tarihsel kırılmanın sürekliliğini taşıyan bir dosyadır.