Yeni bir güne, yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim ve söze başlayalım.

Bir toplumu anlamanın en sade, en doğrudan yollarından biri hiç şüphesiz toplu taşıma araçlarıdır. Çünkü orada, toplumun tüm renkleri yan yana durur. Kimlik kartları yoktur ama her biri, üzerine giydiği hâl, bakış, beden dili ve sessizliğindeki ağırlıkla kendini ele verir. Kafamızı elimizdeki telefondan kaldırdığımızda, sadece durak tabelasını değil, yanımızdaki hayatların yükünü de görmeye başlarız.

Ve garip olan şu ki, bir bakışta anlarsınız; o insan hangi aileden geliyor, hangi inanca mensup, hangi siyasi görüşün taşıyıcısı… Çünkü insanlar toplu taşımaya yalnızca bedeniyle değil, tüm geçmişiyle, inancıyla, ideolojisiyle biner. Kimi sessizce savunur kendini, kimi ise varlığını bağırarak duyurmaya çalışır. Toplu taşıma, modern çağın görünmez arenasıdır artık: sınıfsal ayrımlar, kültürel mesafeler, bastırılmış öfkeler, umursamazlıklar ve bazen de bir bakıştaki şefkat, hepsi orada yaşanır.

Toplu taşımaya bindiğiniz semt bile, bir insanın kimliğini ele verme konusunda oldukça başarılıdır. Nereden bindiğiniz, nereye oturduğunuz, kimin yanına denk gelmeyi göze aldığınız bile kimliğinize dair bir iz taşır bu şehirde.

I M G 2317

Şimdi, “Sinem hocam hadi asıl konuya gel” diyorsunuzdur. Geliyorum.

İstanbul’un artan trafik keşmekeşinden kurtulmak için genellikle raylı sistem araçlarını kullanıyorum. Metro, Marmaray, tren… Ama bu yolculuklar bana sadece zaman kazandırmıyor, aynı zamanda bir şey daha veriyor: gözlem. İnsanları izliyor, davranışlarını analiz ediyor, bazen bir roman karakteriyle eşleştiriyorum.

Fakat artık bu gözlemler bana düşünce değil, dehşet veriyor.

Bir hanımefendi düşünün, dindar, muhafazakâr. Karşısına kendi kıyafet anlayışına uymayan bir genç kız otursun; hemen tetikte bekliyorum: “Acaba ne zaman imalı konuşmaya başlayacak?” Çok sürmez. Başlar bıdı bıdı: “Eskiden böyle şeyler yoktu… Şimdi herkes açılmış, kimse sınır tanımıyor…” Derken başka biri devreye girer, tartışma büyür, ortalık bir anda yangın yerine döner.

Ama mesele tek taraflı değil. Tesettürlü bir kadın olarak söylüyorum: Karşı cepheden de aynı tiksinti, aynı küçümseyici bakış üzerimize yapışıyor. Başınızı eğseniz olmuyor, dik dursanız “provokasyon” sayılıyorsunuz. Görmezden geliniyorsunuz. “Sen zaten bir görüşün temsilcisisin” denerek kadın kimliğiniz dahi yok sayılıyor.

Ve sonra oturup kendime değil, bu toplumu bu hale getirenlere öfkeleniyorum. Çünkü bu ayrımcılık bize doğuştan yüklenmedi. Bunlar öğrenilmiş davranışlar. Bize öğrettiler: Açık olan şöyledir, kapalı olan böyledir. Sağcı böyledir, solcu öyledir. Oysa hiçbir tanım, doğru olanın yerini tutmadı, tutamaz da.

Derken bir video düşüyor sosyal medyaya.

Toplu taşımada bir baba ile genç bir kadın arasında tartışma yaşanıyor. Görüntülere göre tartışma, kadının kapı eşiğinde durması sebebiyle çıkıyor. Baba, “Çocuklarımla geçemiyorum.” diyerek sitem ediyor. Kadın ise özür dilediği hâlde adamın sözlü tepkisi sürüyor. Gerilim büyüyor. Kadın ağlamaya başlıyor. O an çevredeki yolcular araya giriyor ve kadını korumaya çalışıyor.

Kadının tesettürlü olması, görüntülere bakan çoğu kişi için olayın mahiyetini değiştiriyor. Bir anda herkes, bu genç kadına sözlü şiddet uygulandığını düşünüyor. Oysa görüntülerde doğrudan kıyafetine yönelmiş bir söz yok. Ama bu toplumda tesettürlü kadınların yıllardır maruz kaldığı sözlü ve psikolojik tacizler o kadar birikmiş durumda ki, insanlar bu olayda da refleksif bir şekilde “koruma güdüsüyle” harekete geçiyor olabilir.

Belki adam gerçekten geçememiştir. Belki sadece sinirliydi. Ama mesele bu noktada bireysel bir geçiş hakkı meselesi olmaktan çıkıyor; toplumun yıllardır biriktirdiği kıyafete müdahale, kadına yönelik baskı ve mahremiyet ihlali hafızası yeniden uyanıyor.

Kadını koruma güdüsüyle olaylar büyüyor. Sonunda biri, “haddini bildirmek” adına babaya fiziksel müdahalede bulunuyor. Kameralar yumrukları kayda alıyor, görüntüler yayılıyor. Birden roller değişiyor.

Kapı eşiğinde başlayan tartışmanın tarafları artık değişmiştir: Sözlü tartışmayı başlatan adam, bir anda mağdur ilan edilir. Olayın öncesi unutulur, sonrası kutsanır. Sosyal medyada linç ve övgü yarışa girer. “Şu mavi gömlekli çocuğu bana bulun!” diyenler çıkar. Tanınmış figürler dahi bu çağrıya destek verir.

Ve en acısı da şudur: Toplum, adaleti hukuktan değil, zamanında adaletten kaçmış kişilerden bekler hâle gelir. Adaletin kurumsal değil, kişisel hınçla temsil edildiği bu zeminde, herkes alkış tutacak bir figür, parlatacak bir kahraman arar. Ve böylece, şiddet bir daha şiddeti doğurur.

Üstelik adam darp edilirken şöyle diyor: “Çocuklarım var, tartışmayalım.” İlk anda koruyucu bir baba gibi görünüyor. Ama hayır… Bu bir koruma refleksi değil; bu, çocukları kalkan yapma hamlesi. O cümle, çocuklarını savunmak için değil, kendi kırılgan konumunu kamufle etmek için kuruluyor. Yani adam çocuklarını değil, kendini çocukları üzerinden korumaya çalışıyor. Ve biz bunu da görmezden geliyoruz.

Toplumun gözleri önünde, yetişkin sorumluluğundan kaçan bir adam, “mağdur” mertebesine yükseliyor. Bir kadının uğradığı sözlü taciz unutuluyor. Bir adamın “baba” kimliği, tüm kusurların üzerine serilen yumuşak bir örtüye dönüşüyor.

Kanunlarda belki açıkça yazmaz… Ama bir adam, ne çocuklarının ne de eşinin gözleri önünde darp edilmemeli. Ne kadar haklı olunursa olunsun, şiddetin tanığı bir çocuksa, oradaki travmanın adı değişir.

Ve hiçbir kadın —ama hiçbir kadın— hangi yaşam tarzına, hangi fikre sahip olursa olsun, zorbalığa maruz kalmamalıdır. Ne bakışla, ne sözle, ne yumrukla.

İnsanlığın en temel müşterekleri bunlarken, hâlâ bunları tartışıyor olmamız bile başlı başına bir kriz.

Ve bizi bu hale getirenler…

Bizi bu hale getirdiklerinden utanır mı, bilmem.

Ama biz, bu halde kalmaya razı olursak, kendi utancımızı kendi ellerimizle büyütmüş oluruz.

SİNEM ÖZKAN