Yeni bir güne yeni bir yazıyla merhaba! Yazdığımız her şey hakikat olsun diyelim söze başlayalım.
Geçtiğimiz günlerde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ekonomi yönetimi ekibiyle birlikte ABD’ye kapsamlı bir ziyaret gerçekleştirdi. Resmî gerekçe IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları ve G20 zirvesi olsa da, bu seyahatin ardında yalnızca diplomasi değil, çok daha stratejik bir hedef yatıyordu: Uluslararası çevrelere “Türkiye hâlâ oyunda” mesajı vermek.
Şimşek’in açıklamalarına göre bu temaslar kapsamında 60’tan fazla görüşme yapıldı. Kredi derecelendirme kuruluşlarından kalkınma bankalarına, yatırımcı sunumlarından düşünce kuruluşlarıyla yapılan buluşmalara kadar oldukça yoğun bir temas trafiği yaşandı. Bu tablo, ziyaretin sadece bir katılım değil; Türkiye ekonomisinin görünümünü yeniden inşa etme çabası olduğunu gösteriyor.
Yeni Döneme Hazırlık mı, Sarsıntının Telafisi mi?
Ziyaretin zamanlaması tesadüf değil. İçeride yaşanan siyasi ve kurumsal gelişmelerin hemen ardından gerçekleştirilen bu temaslar, yatırımcılarda oluşan güven açığını gidermeye yönelik bir adımdı.
Şimşek’in aktardığına göre, uluslararası yatırımcıların en çok merak ettiği konu şu: Türkiye’de ekonomi politikası, içeride yaşanan siyasi dalgalanmalardan etkilenmeden devam edebilecek mi?
Verilen yanıt açık: Ekonomi programı hâlâ siyasi destekle yürütülüyor. Ancak daha dikkat çekici olan şu: Demokrasi, hukuk devleti ya da reformlar gibi yapısal meselelerden çok, yatırımcıların önceliği getirinin devam edip etmeyeceği. Özellikle TL’nin reel değer kazanmasına ve ücretlerin baskılanmasına dayalı politikalar, kısa vadede yatırımcılara cazip bir zemin sunuyor. Asıl soru ise şu: Bu zemin sürdürülebilir mi?
Rezervlerin Anatomisi: İtiraf Gibi Gerçekler
ABD temaslarında öne çıkan bir diğer başlık da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın döviz rezervleriydi. Kur oynaklığını bastırmak için kullanılan yaklaşık 50 milyar dolarlık rezervin ardından, TCMB’nin rezerv yeterliliği yeniden masadaydı.
Şimşek bu tabloyu inkâr etmiyor; aksine neden-sonuç ilişkisini detaylandırarak anlatıyor. Çıkış yapan yabancı yatırımcılar, firmaların dövize yönelmesi ve sınırlı ölçüde hane halkının döviz talebi... İlginç olan şu: Bireysel yatırımcının bu süreçte dövize fazla yönelmemesi, Bakan tarafından “programa güven” olarak yorumlanıyor.
Ancak unutmamak gerekir ki, bu sürece eşlik eden faiz artışları ve artan mevduat getirileri de TL’yi yeniden cazip hâle getirdi.
Belki de en çarpıcı açıklama şu oldu: “Bu rezervleri cari fazla vererek değil, iç tasarruflarla ve portföy tercihiyle biriktirdik.” Bu, sadece bir bilgi değil, aynı zamanda bir itiraf. Rezerv yapımızın dış fazla üretmeyen bir ekonomi içinde ne kadar kırılgan olduğunu kabul etmek, aslında Türkiye’nin hâlâ risklere açık olduğunun göstergesi.
Ekonomi Yönetiminde Çifte Ton: Hedef Büyüme mi, Enflasyon mu?
Tam bu esnada Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan da kamuoyuna önemli bir mesaj verdi: İç talep enflasyonist baskı yaratmaya devam ederse, para politikasında yeni sıkılaştırmalar yapılabileceğini söyledi. Yani büyümenin geri planda kalması pahasına da olsa fiyat istikrarı önceliklendirilecek.
Ancak diğer yandan, Şimşek'in “Türkiye küresel ticaret savaşlarından etkilenmeyecek” açıklaması dikkat çekiyor. Gerekçesi ise oldukça net: Türkiye ekonomisi büyümeyi ihracatla değil, iç talep ile sürdürüyor.
İşte bu noktada temel bir çelişki ortaya çıkıyor. Eğer büyüme iç talebe dayanıyorsa ve Merkez Bankası iç talebi baskılamayı planlıyorsa, aynı anda hem enflasyonla mücadele hem de büyüme mümkün mü? Ekonomide yön ne tarafa çevrilecek?
Bu ikilem sadece teknik bir tercih değil; önümüzdeki süreçte ekonomiyle birlikte siyasetin de yönünü belirleyecek temel sorulardan biri olabilir.
Sözlerden Öte: Uygulamanın Ağırlığı
Şimşek’in ABD çıkarması, uluslararası piyasalara “istikrar” görüntüsü vermeye çalışsa da içeride hâlâ cevaplanmamış çok sayıda soru var. Mesajlar net, ama uygulama aşamasında izlenecek yol hâlâ gri bölgelerde.
Kimi adımlar sistemli görünüyor, kimileriyse sadece zaman kazanmaya yönelik. Ancak her ne olursa olsun, ekonomide yeni bir denge aranıyor. Bu denge, hem içerideki sarsıntılardan çıkmayı hem de dışarıdaki beklentilere ayak uydurmayı gerektiriyor.
Gölgenin nereye düştüğü değil, ondan ne öğrendiğimiz belirleyici olacak.